top of page
Search
  • Writer's pictureLara Hevin

Diego Valázques Nedimeler Tablosu

İnsanlar bir şekilde bu dünyaya iz bırakıyorlar. Bazıları müzikleriyle, bazıları zekalarıyla, bazıları kişilikleriyle… Bazıları da düşündüklerini ve gördüklerini, bakış açılarını resmederek bize sunuyor. Yeteneklerinin farkındalar mı, ölümsüz olacaklarını biliyorlar mı, bilmiyorum. Gördüklerini ve neler hissettiklerini bize renklerle somutlaştırarak aktarmalarını kutsal buluyorum sadece. Sanatın bu değişkenliğinde dünyaya isim yazdırmak çok da kolay olmasa gerek.


Sanat, insanların hayal gücünün ve yaratıcılığının ifadesi olarak tanımlanabilir. İnsanlar tarafından sanata farklı tanımlar getirilebileceği gibi; sanatın ne olduğuna hatta tanımlanabilir olup olmadığına dair akademik olarak da büyük tartışmalar söz konusudur. Biliyoruz ki sanat geniş bir çevreye yayılmış durumda. Size resim sanatında tanınmış Diego Valázques'in Nedimeler tablosunu konu alan bir yazı sunacağım.


6 Haziran 1599 yılında doğmuş, 6 Ağustos 1660 yılında ölmüş bir İspanyol yazardır kendileri. İspanyol Kralı’na olan yakınlığından dolayı çoğu soylu ve saray hayatını resmetmiştir. Kendi döneminde hakim olan sadece güzel olanı resmetmek geleneğini

kırdığından ve doğal olan her şeyi resmeden ressamların ilklerinden biri "gerçeğin

gerçek ressamı" olarak anılmaktadır.


Valázquez genellikle “bodegon” türü eserler yapan bir ressamdır. Bu tür; eşyaların, yiyeceklerin, içeceklerin insan figürleriyle birlikte resmedildiği, insan figürlerinin günlük hayattan seçildiği bir resim türüdür. Valázquez, yaklaşık on yıl kadar bu tür resimler yaptıktan sonra, Madrid'de saray ressamı olduğu dönemde portreler yaptı. Ama portreyi hiçbir zaman insan resmi çizmekten ibaret olarak görmedi. Resmini yaptığı Kral’ı ya da Kraliçe’nin yanına mutlaka bir ağaç ya da köpek gibi bir nesne ekledi, çok alışkın olduğu “bodegón”lardan gelen alışkanlıklarını bu portrelere yansıttı.


Nedimeler (1656/57)

Dünya resim tarihinde üç boyutun tuale taşındığı ilk eser olarak kabul edilir. Kral ve Kraliçe odanın arka bölümündeki aynada belli belirsiz gözükmekte, ressamın yanında Prenses merakla anne ve babasını izlemekte, nedimeler ise onunla ilgilenmektedir. Bazı sanat tarihçileri, resimde gördüğümüz Valazquez’i, bu resmi yaparken kendisini resmettiğini düşünüyor. Tarihçiler bu eser hakkında birden fazla görüşlere sahipler hatta. Biraz gizemli bir tablo bile diyebiliriz.


Bu tabloyu, arkada gördüğümüz aynadan yansıyan Kral ve Kraliçe olarak izlersek göreceğimizi, yani aynadaki yansımanın bizi Kral ve Kraliçe yerine koyduğunu düşünenler; onun bir ayna değil de Valazquez’in bu resimde yaptığı tablo olarak düşünenler; bir de Kral ve Kraliçe’nin bizim önümüzde olduğunu düşünenler var. Önümüzde derken, Valazquez’in onları çizdiğini ama Kral ve Kraliçe’nin hala poz veriyor olmasını ve bu yüzden de Prensesin onlara baktığını, sonuç olarak da bizler bu tabloya bakarken onların hala bizim önümüzde poz veriyor oluşu.


Benim dikkatimi çeken başka bir nokta ise, Valazquezin’in eliyle fırçasını nasıl tuttuğu. Parmaklarını parmak olarak detaylandırmayıp, fırçasına katmış. Elindeki yeteneğinin farkında olup böyle bir gönderme yapıyor oluşuna inanmak beni büyülüyor. Sanki fırça parmaklarının bir uzantısı, sanki parmakları artık fırçaya dönüşmüş.


Bu insanları meraklandıran ve üzerine düşündürten bir tablodur ki Michel Foucault bu tabloyla alakalı 13 sayfalık bir analiz yazısı yazmıştır. Michel Foucault'un Fransız filozof, sosyal teorist, tarihçi, edebiyat eleştirmeni, antropolog, psikolog ve sosyolog olduğunu da belirtmek isterim.


Görünüş itibariyle basit bir yerdir burası; tam bir karşılıklılık söz konusudur: Biz bir tabloya bakıyoruzdur, o tablodaki ressam da bize. Bildiğiniz yüz yüze bakmaktan, göz göze gelmekten, karşılaşıp üst üste binen bakışlardan başka bir şey yoktur. Yine de bu incecik karşılıklı görünürlük çizgisi belirsizlikler, değiş-tokuşlar ve sıyrılmalardan oluşan kocaman bir ağ taşır içinde. Modelinin bulunduğu yerdeysek, ressam gözlerini bize dikmiştir. Ama biz seyirciler fazlalığız aslında. Bu bakışlar altında kendimize bir yer bulmuş olsak da aynı bakış bizi kovar, bizden önce her zaman orada olan şeyi geçirir yerimize: modeli. Fakat tersinden de alabiliriz: Tablonun dışında, tam karşısında duran boşluğa çevrilmiş olan ressamın bakışı, seyirci sayısı kadar modele kucak açar; bu belirlenmiş ama ayrım gütmeyen mekânda bakanla bakılan sürekli yer değiştirir. Hiçbir bakışa huzur yoktur; daha doğrusu, tuvali dikine delip geçen bakışın açtığı nötr kanalda seyirciyle model sonsuza dek birbirlerinin rolünü tersine çevirirler.


Kapı bir koridora açılmaktadır; ama koridor, karanlıkta kaybolacak yerde, içeri girmeyen ışığın kendi üstüne kıvrılıp kaldığı sarı bir parıltı içinde dağılmaktadır. Hem yakın hem de sınırsız olan bu fonda bir adamın tam boy silueti seçilmektedir; profilden görülmektedir adam; bir eliyle ağır bir örtü tutmaktadır; ayaklarını iki ayrı basamağa koymuş, büktüğü dizi ok gibi durmaktadır. Belki içeri girecek, belki de odada olan biteni gözlemekle kalacak, görülmeden görmekle yetinecektir. Ayna gibi o da sahnenin arka yüzüne dikmiştir gözlerini: Aynaya bakan olmadığı gibi ona bakan da yoktur. Nereden geldiğini bilmiyoruz; ama birtakım meçhul koridorlardan geçerek, ressamın çalıştığı ve resimdeki kişilerin toplandığı odanın kapısına çıkmış olduğunu varsayabiliriz; belki o da, tablodaki bütün gözlerin dikildiği görünmez bölgedeki sahnenin önündeydi biraz önce, kim bilir. Aynada gördüğümüz suretler gibi o da bu belirgin ama gizli mekânın elçisi olabilir. Gelgelim aralarında bir fark var: O etiyle kemiğiyle bizzat oradadır; dışarıda, temsil edilen alanın eşiğinde boy gösterir; ondan kuşku duyulamaz – yansıma değil, fışkırmadır.



© 2021 by Genç Fikirler

  • Genç Fikirler Instagram
  • Genç Fikirler Spotify
  • Gri LinkedIn Simge
  • Genç Fikirler RSS
  • Genç Fikirler Apple Podcast
  • Gri YouTube Simgesi
bottom of page